Sevdiğinin sevdiğini sevmesini seviyorsan, sen de sevilirsin. Öylesi bir sevgiyi hissetmek herkese nasip olmaz. Demek ki sen; sevginin özüne erişmiş durumdasın. Kıymetini bilesin. Yüreğin cız ettiyse bir anlık, ne zarar. Hemen dönersin kıskançlığından ve “O mutluysa ne güzel” dersin. Gerçek sevmek böyledir işte. Sevdiğin mutluysa, sen de mutlusundur. Sakın ha bu sözlerimden ötürü, beni Polyanna olmakla suçlama. Düşün bak; anlayacaksın dediklerimi. Çıkarı olmadan sevenin elinden başka ne gelir ki?
Şarkılarda düşünmek de yeterli kimi zaman. Sevginin özü diyorum çünkü. Hani çocukluğumuzda sevdiğimiz bir şarkıyı doksanlık kasetlere kaydeder, yeniden yeniden başa sarar saatlerce dinlerdik. Sahip çıkardık sevdiğimiz için; şarkımıza da, aşkımıza da. Şimdiki gençler gibi elli bin tanesi her an elimizin altında değildi. Çalışır, çabalardık sevdiğimiz şarkıları bir araya getirmek için ve sevdiğimizi bir kez olsun görebilmek için. Sevginin temelini seksenli yıllarda atmış kişiler, zannedersem bu söylediklerimi çok daha iyi anlayabilir. Daha eskilere gitmek gerekirse mektuplar, postacılar, aracılar… Sevgiliye ulaşmanın yolu, yordamı, yöntemi günlerce kurgulanırdı. Kadınlar ve erkekler eski aşk filmlerinden bir benzerini kendi hayatlarında yaşardı. Yıllarca aynı insan sevilirdi. Pes edilmezdi. Aşk her daim yaşatılırdı.
Zaman geçtikçe aşkın ve sevginin öz halini unutacak insanlar. Benim üzüntüm; geçmişin sevmeleri, gelecekte tamamen masal konusu olacak. “Büyük büyük anneannem senelerce sevmiş büyük büyük dedemi de, yıllar sonra ancak buluşmuşlar.” Yediklerimizden mi, içtiklerimizden mi ne; insanın özü de gittikçe yapay ve bozuk bir hal alıyor. Elimde değil, üzülüyorum işte
Uzay çağında aşk nasıl olacak acaba? Daha metalik, daha hızlı, daha özgür, daha mistik, daha bencil, daha… ? Dahasını şu an bulamadım ama sanırım izlediği bilim teknik belgesellerinde eşime eşlik etsem, bu kurguya birazcık ispatlı gerçeklikler ekleyebilirdim.
Sonuçta ne düne, ne de yarına bakmalıyız ya; sevginin bugününü sımsıkı tutmaya çalışıyorum ben de.
Her zaman kolay olmuyor elbette. Hayatın keşmekeşi içinde sevgiye ve aşka dair fark edemediğimiz, kaybolup giden anlar o kadar fazla ki! Bazen zaman geçtiğinde, durup düşündüğümde, bunlardan birkaçını anımsıyor ve zamanında göremediğim için hayıflanıyorum. Elimde değil, farkındalığımı her ne kadar artırmak için uğraşsam da- ki bence bu yaşamanın gerçek anlamıdır- ben de hata yapabiliyorum.
Hayatımızdaki sevginin ve aşkın özünü gerçekten görebilmek ve yaşayabilmek için verdiğimiz mücadelelerin takdire şayan olduğu kanaatindeyim. Bazen boşlayabiliyoruz gerçeklerimizi. Bazen hayallerimizin elinde, oradan oraya savrulabiliyoruz. Ortaya karışık hallerimizde dahi bizi seven insanları fark ediyor muyuz? Çıkarı olmadan, nedenini bilmeden bizi sevenlere, hak ettiği kadarımızı verebiliyor muyuz?
Bu yazıda sevginin ve aşın özünü ele almama sebep olan Marina Abramovix ve Ulay’ın hikayesidir. 1970’lerde büyük aşk yaşayan, birlikte işler üreten iki performans sanatçısı; Marina Abramovic ve Ulay, 1989’da ilişkilerini ruhsal bir yolculukla bitirmeye karar verirler. Çin Seddi’nin iki ayrı ucundan yürümeye başlayıp ortada buluşurlar, birbirlerine son kez sarılır ve bir daha görüşmemek üzere ayrılırlar.
2010’da Marina Abramovic MoMA’da bir retrospektif sergi açar. Serginin bölümlerinden birinde, Abramovic bir sandalyede otururken masanın diğer tarafındaki sandalyede de tanımadığı kişiler 1 dakika boyunca oturur, konuşmanın olmadığı, sessizliğin paylaşıldığı bir oturuştur bu. Ancak birden Abramovic’in hiç beklemediği bir şey olur ve karşısındaki sandalyeye Ulay gelip oturur.